Çünkü makam ve mansıp bağımlısı olan bir insan, aynı zamanda bir teveccüh tiryakisidir; o her yerde takdir edilmeyi bekler, alkışlanmayı ister, beğenilmeyi ve methedilmeyi diler...
Bugün çok tehlikeli olan şeytanî tuzaklardan biri de "hubb-u câh"tır. Hubb; sevgi, bağlılık, tutku demektir; câh ise, makam, mansıb, pâye, şöhret ve itibar manalarına gelmektedir.
Dolayısıyla, "hubb-u câh"; makam sevgisi, pâye tutkusu, şöhret düşkünlüğü, rütbe hırsı ve itibar arzusu gibi manaları çağrıştıran bir terkip olarak dilimize girmiştir ve yaygınca kullanılmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri, kendini beğenme, övünmeyi sevme, insanlara görünme, methedilmeyi bekleme ve halk nazarında saygın bir kişi olmayı isteme gibi desiseleri de hubb-u câhın tarifine dâhil etmiş ve insanın en zayıf damarı olarak onu göstermiştir.
Evet, hubb-u câh çok tehlikelidir; öyle ki, bazı zayıf karakterli kimseler ondan dolayı pek çok hileye başvurur, haksızlıklar irtikâp eder ve zulme girerler. Önce makam-mansıp sahibi olmak sonra da yerlerini ve itibarlarını korumak için olmadık sebeplere tutunur, bir sürü cürümlere bulaşır ve pek çok günah işlerler. Bundan dolayıdır ki, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifte mealen şöyle buyurmuştur: "Şöhret ve makam sevgisinin insana verdiği zarar, koyun sürüsüne saldıran bir kurdun o sürüye verdiği zarardan daha çoktur!"
Nice insanlar vardır ki, gayet ciddî, pek doğru ve çok halisane mülahazalarla yola çıkmışlardır; fakat Allah'la münasebetleri ve dava düşünceleri, dünyanın göz alıcı güzellikleri karşısında başlarının dönmesini engelleyebilecek kadar kuvvetli olmayınca, bir süre sonra dökülüp yolda kalmışlardır. Mesela, samimi bir niyetle ve millete hizmet etmeye matuf iyi düşüncelerle idareye talip olmuşlardır. Heyhat ki, yeterli bir donanıma sahip olmadıklarından ve Allah'la münasebetlerini kavi tutmadıklarından dolayı, her gün biraz daha asıl gayelerinden uzaklaşmış ve vasıtaları gaye yerine koymuşlardır.
Öyle ki, hubb-u câhı bir kere tadınca, artık onun tiryakisi olmuş ve ne pahasına olursa olsun onsuz bir hayat düşünemez hale gelmişlerdir. Her şey kabul ettikleri bir mevkie yükselebilmek için, bir-iki taviz vermekle başladıkları yolun her durağında başka yeni bir tavizle daha karşı karşıya kalmışlardır. Makam, paye ve rütbe bağımlısı olan kimselerin, orada uzun zaman kalabilmek ve oradan da başka bir basamağa atlamak için verdikleri tavizler, uyuşturucu bağımlılarının o zehri bulabilmek maksadıyla yaptıkları maskaralıklardan daha aşağı değildir.
Çünkü makam ve mansıp bağımlısı olan bir insan, aynı zamanda bir teveccüh tiryakisidir; o her yerde takdir edilmeyi bekler, alkışlanmayı ister, beğenilmeyi ve methedilmeyi diler... Evet o, makamla beraber şöhretin, teveccühün, takdirin ve alkışın da bağımlısıdır.
Makam, gaye değil vesile olmalı
Tabii ki, bir makama ulaşmayı ve bir payeyi elde etmeyi isteyen her insanı aynı kategoride değerlendirmek yanlış olur. Bazı insanlar nisbî payelerin geçici olduğunu bilir, elde imkân varken onları Hak yolunda değerlendirir, bulundukları makamları daha anlamlı hale getirir ve taşıdıkları unvanlara yepyeni bir ruh verirler; kendi zatî değerleri sayesinde makamlarının kıymetini de yükseltirler. Bazıları da vardır ki, pâye ve mansıpların gölgesinde bir kısım arzularını gerçekleştirmeye uğraşır; dolayısıyla, üzerlerinde çok bol bir elbise gibi duran o makamı dolduramadıklarından oldukça gülünç durumlara düşerler; beklentilerinin ve kendilerinden beklenenlerin altında kalır ve ezilirler. İkincilerin durumu hubb-u câh virüsüne yenik düşmüş kimseler için örnek teşkil etse de, birincilerin duygu ve düşüncelerini makam sevdası, şöhret tutkusu ya da kıdem arzusu şeklinde değerlendirmek haksızlık olur.
Evet, vatan ve millet aşığı bir insan da belli bir makama sahip olmayı isteyebilir. Fakat onun bu isteği vazife şuuruna, ülküye ve ülkeye hizmet düşüncesine bağlıdır. O, söz konusu makamın tiryakisi değildir; onu kalıcı olarak da görmüyordur. O makam böyle bir insanın nazarında sadece bir vesiledir; kendi ülkesine ve ülküsüne hizmet etme gayesine yardımcı bir vasıtadır. Bu düşüncedeki bir dava adamı, o makamı gaye kabul etmediği için ona ulaşmak ya da bulunduğu konumu korumak maksadıyla tavizler vermek durumunda da kalmaz. Onu en başta rıza-i İlahî adına, sonra da millete hizmet hesabına bir basamak sayar; "Allah bana imkân verirse, ben de Rabbimin rızası için milletim, şanlı tarihim, ülküm ve ülkem hesabına bazı hizmetlerde bulunurum; şayet öyle bir konum nasip olmazsa, o zaman da şimdiki imkânlarımla rıza-i İlahîyi tahsile çalışırım." der; ilahi takdire teslim olur ve hep inşirah içinde o anki konumunun hakkını vermeye koyulur. Eğer on kişiden sorumlu olarak bir vazife eda ediyorsa, o on kişiyle yirmi kişilik işler yapmaya çalışır; bu suretle, o konuma saygısını ve Allah'ın onun hakkındaki takdirine karşı memnuniyetini ortaya koyar.
Şahsı adına bu kadar müstağni ama aynı zamanda hizmet delisi bir insan, nerede ve hangi mevkide olursa olsun çok rahattır; kadr u kıymeti bilinmiş bilinmemiş, ufkuna göre bir vazife kendisine tevdi edilmiş edilmemiş, şanına yaraşır bir makama getirilmiş ya da getirilmemiş... onun için bunların hepsi müsâvîdir. Çünkü o her şeyin ve herkesin ötesinde bir hikmet eli müşahede etmektedir.
Kişinin makamla sınanması ağır imtihanlardan biridir. Makam düşkünlüğü öyle sinsi bir hastalıktır ki kibir, tamah ve hırs gibi pek çok kötü sıfata kaynaklık eder. Daha mükemmel yiyip içme, daha güzel giyinip kuşanma, daha lüks arabalara binme, herkesin gidemeyeceği meclislerde bulunma, konuştuğu zaman sözünü dinletme, emir verdiği zaman ‘baş üstüne’ dedirtebilme hırs ve arzusu insana makamı cazip gösterir. “Şu kişi ne âlim adam”, “ne dindar insan”, “ne zâhid müslüman”, “ne mütevâzı biri”, “ne kadar güzel konuşan bir hatip” dedirtmeye, eli öpülen, duası alınan muhterem bir kişi olmaya çalışmak da bir tür makam ve mevki hırsı, korkunç bir riyâkârlıktır.
Helak edici vasıf
Allah Resûlü, bu vasfın ne kadar helak edici olduğunu şöyle beyân buyuruyor: “Mala ve mevkiye düşkün bir kişinin dinine verdiği zarar, bir koyun sürüsünün içine salıverilmiş iki aç kurdun o sürüye verdiği zarardan daha az değildir.” (Tirmizî, “Zühd”, 43).
Makam, oturduğu koltuğu hak etmeyenler için bir kibir, çıkar ve zulüm aracına dönüşür. Makam ve mevkilerin bazı insanları nasıl değiştirdiğine, zaman zaman şahit olunmaktadır. Tokalaşırken dahi nezaket kurallarını unutup eli cebinde, yüzünü başka tarafa çeviren, dünyayı ben yarattım havasına bürünen makamzedelere maalesef rastlanabilmektedir. Abdurrahman b. Semüre Mekke fethi sırasında müslüman olmuş bir sahâbî idi. Bir defasında Resûl-i Ekrem’den yöneticilik talebinde bulundu. Peygamber Efendimiz ona şöyle hitap etti:
Kalbini kontrol et
“Abdurrahman! Kimseden yöneticilik görevi isteme! Zira bu görev sen istemeden verilirse, Allah yardımcın olur. Eğer sen istediğin için verilirse, Allah’tan yardım göremezsin” (Buhârî, “Ahkâm” 5, 6, Müslim, “İmâre” 13). Bu aziz sahâbî Hz. Osman devrine kadar hiçbir idarî görev almadı. Sîstan valiliğine tayin edildikten sonra çok değerli hizmetler gördü. Makam düşkünlüğü hastalığına yakalanmama hususunda hiç kimsenin garantisi yoktur. Dolayısıyla kişi, her gün kalbini sürekli kontrol etmeli bu hususta Allah’ın yardımına sığınmayı unutmamalıdır.
Bugün çok tehlikeli olan şeytanî tuzaklardan biri de "hubb-u câh"tır. Hubb; sevgi, bağlılık, tutku demektir; câh ise, makam, mansıb, pâye, şöhret ve itibar manalarına gelmektedir.
Dolayısıyla, "hubb-u câh"; makam sevgisi, pâye tutkusu, şöhret düşkünlüğü, rütbe hırsı ve itibar arzusu gibi manaları çağrıştıran bir terkip olarak dilimize girmiştir ve yaygınca kullanılmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri, kendini beğenme, övünmeyi sevme, insanlara görünme, methedilmeyi bekleme ve halk nazarında saygın bir kişi olmayı isteme gibi desiseleri de hubb-u câhın tarifine dâhil etmiş ve insanın en zayıf damarı olarak onu göstermiştir.
Evet, hubb-u câh çok tehlikelidir; öyle ki, bazı zayıf karakterli kimseler ondan dolayı pek çok hileye başvurur, haksızlıklar irtikâp eder ve zulme girerler. Önce makam-mansıp sahibi olmak sonra da yerlerini ve itibarlarını korumak için olmadık sebeplere tutunur, bir sürü cürümlere bulaşır ve pek çok günah işlerler. Bundan dolayıdır ki, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifte mealen şöyle buyurmuştur: "Şöhret ve makam sevgisinin insana verdiği zarar, koyun sürüsüne saldıran bir kurdun o sürüye verdiği zarardan daha çoktur!"
Nice insanlar vardır ki, gayet ciddî, pek doğru ve çok halisane mülahazalarla yola çıkmışlardır; fakat Allah'la münasebetleri ve dava düşünceleri, dünyanın göz alıcı güzellikleri karşısında başlarının dönmesini engelleyebilecek kadar kuvvetli olmayınca, bir süre sonra dökülüp yolda kalmışlardır. Mesela, samimi bir niyetle ve millete hizmet etmeye matuf iyi düşüncelerle idareye talip olmuşlardır. Heyhat ki, yeterli bir donanıma sahip olmadıklarından ve Allah'la münasebetlerini kavi tutmadıklarından dolayı, her gün biraz daha asıl gayelerinden uzaklaşmış ve vasıtaları gaye yerine koymuşlardır.
Öyle ki, hubb-u câhı bir kere tadınca, artık onun tiryakisi olmuş ve ne pahasına olursa olsun onsuz bir hayat düşünemez hale gelmişlerdir. Her şey kabul ettikleri bir mevkie yükselebilmek için, bir-iki taviz vermekle başladıkları yolun her durağında başka yeni bir tavizle daha karşı karşıya kalmışlardır. Makam, paye ve rütbe bağımlısı olan kimselerin, orada uzun zaman kalabilmek ve oradan da başka bir basamağa atlamak için verdikleri tavizler, uyuşturucu bağımlılarının o zehri bulabilmek maksadıyla yaptıkları maskaralıklardan daha aşağı değildir.
Çünkü makam ve mansıp bağımlısı olan bir insan, aynı zamanda bir teveccüh tiryakisidir; o her yerde takdir edilmeyi bekler, alkışlanmayı ister, beğenilmeyi ve methedilmeyi diler... Evet o, makamla beraber şöhretin, teveccühün, takdirin ve alkışın da bağımlısıdır.
Makam, gaye değil vesile olmalı
Tabii ki, bir makama ulaşmayı ve bir payeyi elde etmeyi isteyen her insanı aynı kategoride değerlendirmek yanlış olur. Bazı insanlar nisbî payelerin geçici olduğunu bilir, elde imkân varken onları Hak yolunda değerlendirir, bulundukları makamları daha anlamlı hale getirir ve taşıdıkları unvanlara yepyeni bir ruh verirler; kendi zatî değerleri sayesinde makamlarının kıymetini de yükseltirler. Bazıları da vardır ki, pâye ve mansıpların gölgesinde bir kısım arzularını gerçekleştirmeye uğraşır; dolayısıyla, üzerlerinde çok bol bir elbise gibi duran o makamı dolduramadıklarından oldukça gülünç durumlara düşerler; beklentilerinin ve kendilerinden beklenenlerin altında kalır ve ezilirler. İkincilerin durumu hubb-u câh virüsüne yenik düşmüş kimseler için örnek teşkil etse de, birincilerin duygu ve düşüncelerini makam sevdası, şöhret tutkusu ya da kıdem arzusu şeklinde değerlendirmek haksızlık olur.
Evet, vatan ve millet aşığı bir insan da belli bir makama sahip olmayı isteyebilir. Fakat onun bu isteği vazife şuuruna, ülküye ve ülkeye hizmet düşüncesine bağlıdır. O, söz konusu makamın tiryakisi değildir; onu kalıcı olarak da görmüyordur. O makam böyle bir insanın nazarında sadece bir vesiledir; kendi ülkesine ve ülküsüne hizmet etme gayesine yardımcı bir vasıtadır. Bu düşüncedeki bir dava adamı, o makamı gaye kabul etmediği için ona ulaşmak ya da bulunduğu konumu korumak maksadıyla tavizler vermek durumunda da kalmaz. Onu en başta rıza-i İlahî adına, sonra da millete hizmet hesabına bir basamak sayar; "Allah bana imkân verirse, ben de Rabbimin rızası için milletim, şanlı tarihim, ülküm ve ülkem hesabına bazı hizmetlerde bulunurum; şayet öyle bir konum nasip olmazsa, o zaman da şimdiki imkânlarımla rıza-i İlahîyi tahsile çalışırım." der; ilahi takdire teslim olur ve hep inşirah içinde o anki konumunun hakkını vermeye koyulur. Eğer on kişiden sorumlu olarak bir vazife eda ediyorsa, o on kişiyle yirmi kişilik işler yapmaya çalışır; bu suretle, o konuma saygısını ve Allah'ın onun hakkındaki takdirine karşı memnuniyetini ortaya koyar.
Şahsı adına bu kadar müstağni ama aynı zamanda hizmet delisi bir insan, nerede ve hangi mevkide olursa olsun çok rahattır; kadr u kıymeti bilinmiş bilinmemiş, ufkuna göre bir vazife kendisine tevdi edilmiş edilmemiş, şanına yaraşır bir makama getirilmiş ya da getirilmemiş... onun için bunların hepsi müsâvîdir. Çünkü o her şeyin ve herkesin ötesinde bir hikmet eli müşahede etmektedir.
Kişinin makamla sınanması ağır imtihanlardan biridir. Makam düşkünlüğü öyle sinsi bir hastalıktır ki kibir, tamah ve hırs gibi pek çok kötü sıfata kaynaklık eder. Daha mükemmel yiyip içme, daha güzel giyinip kuşanma, daha lüks arabalara binme, herkesin gidemeyeceği meclislerde bulunma, konuştuğu zaman sözünü dinletme, emir verdiği zaman ‘baş üstüne’ dedirtebilme hırs ve arzusu insana makamı cazip gösterir. “Şu kişi ne âlim adam”, “ne dindar insan”, “ne zâhid müslüman”, “ne mütevâzı biri”, “ne kadar güzel konuşan bir hatip” dedirtmeye, eli öpülen, duası alınan muhterem bir kişi olmaya çalışmak da bir tür makam ve mevki hırsı, korkunç bir riyâkârlıktır.
Helak edici vasıf
Allah Resûlü, bu vasfın ne kadar helak edici olduğunu şöyle beyân buyuruyor: “Mala ve mevkiye düşkün bir kişinin dinine verdiği zarar, bir koyun sürüsünün içine salıverilmiş iki aç kurdun o sürüye verdiği zarardan daha az değildir.” (Tirmizî, “Zühd”, 43).
Makam, oturduğu koltuğu hak etmeyenler için bir kibir, çıkar ve zulüm aracına dönüşür. Makam ve mevkilerin bazı insanları nasıl değiştirdiğine, zaman zaman şahit olunmaktadır. Tokalaşırken dahi nezaket kurallarını unutup eli cebinde, yüzünü başka tarafa çeviren, dünyayı ben yarattım havasına bürünen makamzedelere maalesef rastlanabilmektedir. Abdurrahman b. Semüre Mekke fethi sırasında müslüman olmuş bir sahâbî idi. Bir defasında Resûl-i Ekrem’den yöneticilik talebinde bulundu. Peygamber Efendimiz ona şöyle hitap etti:
Kalbini kontrol et
“Abdurrahman! Kimseden yöneticilik görevi isteme! Zira bu görev sen istemeden verilirse, Allah yardımcın olur. Eğer sen istediğin için verilirse, Allah’tan yardım göremezsin” (Buhârî, “Ahkâm” 5, 6, Müslim, “İmâre” 13). Bu aziz sahâbî Hz. Osman devrine kadar hiçbir idarî görev almadı. Sîstan valiliğine tayin edildikten sonra çok değerli hizmetler gördü. Makam düşkünlüğü hastalığına yakalanmama hususunda hiç kimsenin garantisi yoktur. Dolayısıyla kişi, her gün kalbini sürekli kontrol etmeli bu hususta Allah’ın yardımına sığınmayı unutmamalıdır.