Hz. Hasan
El-Hasan b. AIi b. Ebî Talib el-Hâşımî el-Kuraşî, Hz. Peygamber’in en çok sevdiği torunlarından ve O’nun “Reyhânesi”, Hz. Ali’nin, Hz. Fatıma’dan doğan büyük oğlu. Hulefâ-i Raşidîn’in beşincisi kabul edilir. İmamiyye’ye göre ise 12 imamın ikincisidir.
Üçüncü hicrî yılı, Ramazan ayının ortalarında Medine’de doğdu. Şaban ayından; 4. veya 5. hicrî senesinde doğduğuna dair rivâyetler varsa da, en doğru görüş, 3. hicrî senede doğduğuna dair rivayettir. Hz. Hasan doğduğunda, Hz. Peygamber bir torununun olduğunu duyunca hemen Hz. Ali’nin evine giderek “oğlumu bana getirin’ Adını ne koydunuz?’ diye sordu. “Harb” ismini koyduklarını duyunca, bu ismi beğenmedi. Çocuğa isim olarak, câhiliye döneminde bilinmeyen “Hasan” ismini koydu. Künye olarak da, “Ebû Muhammed” adını verdi. Arkasından da kulağına ezan okudu. Rasûlullah Hz. Hasan yedi günlük olunca akîka kurbanı kesilmesini ve saçlarının kesilerek, ağırlığınca gümüş tasadduk edilmesini emretti.
Hz. Hasan, Hz. Peygamber’in terbiyesinde yetişti. Sahih hadis kitapları dahil bir çok İslâmî literatürde, Hz. Peygamber’in torunu ile ne kadar ilgilendiğini ve onu ne kadar çok sevdiğini ifade eden rivayetler bu gerçeği göstermektedir. Onunla her an ilgilendiğini, hemen hemen yanından hiç ayırmadığını; bilhassa namazlarda bile torununun gelip üzerine çıktığından dolayı, Hz. Peygamber’in sırf onu incitmemek için secdesini uzattığını ifade eden hadisler, ilahî vahye mazhar dede ile, onun “reyhanesi” arasındaki sevgiyi anlatmaktadırlar ve Hz. Peygamber ses çıkarmazdı. Bazen secde ederken üzerine bindiğinde, onu yavaşça sırtından indirirdi. Hatta bir defasında Hz. Peygamber hutbe okurken Hz. Hasan ile kardeşi Hz. Hüseyin üzerlerindeki uzun ve kırmızı elbiseleri ile düşe kalka yürüdüklerini görünce, hutbesine ara verip, minberden inerek, torunlarını kucağına aldığı ve önüne oturttuğu, daha sonra da ” “Allah Teâla” “Mallarınız ve evlatlarınız sizin için birer imtihan vesilesidir” derken doğru söylemiştir. Şu ikisini bu şekilde görünce sabredemedim” diyerek hutbesine devam ettiği kaynak hadis kitaplarında anlatılmaktadır.
Hz. Peygamber zaman zaman her iki torununu da sırtına alıp namaza geldiğine, Hz. Hasan’ı omzuna alarak dışarıda gezdirdiğine dair bir çok hadis şunu gösteriyor ki, Hz. Peygamber her iki torunuyla devamlı ilgilenmişler, her türlü ihtiyaçlarını gidermeye çalışmışlardır. Kızı Hz. Fatıma’yı ziyarete gittiklerinde, torunu Hasan uyku arasında su istediği zaman bizzat kendileri kalkıp su getirerek, hem ona, hem de kardeşine içirmeleri vb. hareketleri dede şefkati ve merhametinin fiili işaretleridir. Yine Hz. Peygamber’in bu iki torununu çok sevdiği ve “Allah’ım ben bu ikisini seviyorum, sen de sev” diye dua etmeleri bu sevgi ve ilginin dil ile ifadesini göstermiştir.
Öbür taraftan Hz. Peygamber torunlarını öper ve her iki torununun cennet ehli gençlerinin efendileri olduğunu da söylerdi, hatta onları sevenleri Allah’ın sevmesini dilediği duaları da rivayetler arasında yer almıştır.
Hz. Hasan fizik olarak dedesi Hz. Peygamber’e çok benzerdi. Öyle ki, bir defasında Hz. Ebu Bekr ikindi namazından çıktıktan sonra, Hz. Ali ile beraber yürürken, çocuklarla oynayan Hz. Hasan’ı görürler. Hz. Ebu Bekr onu omuzuna alır ve “Nebiye benzeyen, Ali’ye benzemeyen, sana babam feda olsun!” diye bir mısra söyler . Hz. Ali bu hâdise ve sözler karşısında gülümser.
Hz. Hasan, Hz. Peygamber’in âhirete göçtüğü sıralarda sekiz yaşlarında idi. Henüz çok küçük olduğu için, Hz. Peygamber’den doğrudan doğruya rivayet ettiği hadislerin sayısı oldukça azdır. Bunlardan biri Ebu’l Havrâ’nın rivayet ettiği şu hadistir: “Hz. Hasan’a, Hz. Peygamber’den duyduğun hangi hadisi hatırlıyorsun? diye sordum. O da şunu anlattı: “Şu hadiseyi hatırlıyorum: Zekat hurmalarından bir hurma alıp, ağzıma atmıştım. Hz. Peygamber o hurmayı ağzımdan salya ile çıkardı. Oradakiler “ya Rasûlallah, bu çocuğun ağzına attığı tek bir hurmayı, niçin geri çıkardın?” dediler. O da “biz Âl-i Muhammed’e sadaka (zekat) helâl değildir” buyurdu. Hatırladığım diğer bir hadis de “Seni ilgilendirmeyen şeyleri bırak, ilgilendiren şeylere bak…” hadisidir. Yine Dedem Hz. Peygamber bana şu duayı da öğretmişti: “Ey Allah’ım! beni hidayete erdirdiğin kimselerden eyle, âfiyet verdiğin kişilerden eyle, dost edindiğin kullarının arasına kat! Verdiğin şeyleri benim hakkımda mübarek kıl ve hüküm verdiğin (takdir ettiğin) şeyleri şerrinden de koru. Senin dost edindiğin bir kişi asla zelil olmaz”.
Buna mukabil Hz. Hasan’ın bu hadislerin dışında başta babası Hz. Ali olmak üzere bir çok sahabîden rivayet ettiği hadisleri vardır.
Gerek tabakat kitapları, gerekse hadis kitapları, Hz. Hasan’ın çocukluğuna dair yukardaki rivayetlere bolca yer verdikleri halde, Hz. Ali’nin şehid edilmesiyle onun halife seçilmesine kadar olan hayatı hakkında pek fazla bilgi vermemektedirler. Bilinen bir kaç husustan birisi, Hz. Ömer divan teşkilatını kurduğu sırada, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn’i babalarının “farizasına” katarak, her birine beş bin dirhem hisse ayırdığına dair haberdir. Bir diğer hadise de Hz. Osman’a baş kaldıranlara karşı, halifeyi savunmak için Hz. Osman’ın yanında ona yardım etmek için kalan şahısların arasında Hz. Hasan’ın isminin de yer aldığına dair haberlerdir.
Hz. Hasan’ın tarihî bir şahsiyet olarak ortaya çıkması, babası Hz. Ali’nin şehid edilmesini müteâkiben, Kufelilerin kendisine beyat ederek halife seçmeleriyle başlar (h. 40/660).
Hz. Hâsan beyattan sonra “el-Mescidü’l-Camiye” çıkıp, uzunca bir hutbe okudu. Sonra babasının katili Abdurrahman b. Mülcem’i getirtti. İfadesini aldıktan sonra ölümle cezalandırdı.
Iraklılar derhal, babasının öldürülmesini, seçtikleri halifeye hatırlatarak, Şam’da hüküm süren Muaviye b. Ebî Süfyan ile savaşması için, onu Şam üzerine yürümeye teşvik ettiler. Hz. Hasan da onların sözlerine kanarak bir ordu hazırladı ve savaşmak üzere yola çıktı. Hz. Hasan bu sıralarda 37 yaşlarında idi. O topladığı on iki bin kişilik ordusuyla Medâin’e kadar geldi. Ordu komutanı olarak kendisine ilk bey’at eden Kays b. Sa’d’ı atadı. Diğer bir rivayete göre Ubeydullah b. Abbas’ı komutan yapıp, Kays’ı da ona yardımcı atayarak, Kays’a komutanın her türlü emrine itaat etmesini emretti.
Muaviye derhal durumun kritiğini yaparak, akıbetin lehine olması için çeşitli çarelere baş vurmaya başladı. Elindeki en büyük koz, hasmının tecrübesizliği ve şiddetten hoşlanmayan, fitneden adeta korkan ve müslümanlara karşı derin sevgi besleyen, onlardan birinin bile kanının dökülmesine razı olamayacak kadar yumuşak bir kalbe sahip şahsiyette olmasıdır. Onun için ilk işi, Hz. Hasan’ın, Kays b. Sa’d komutasındaki ordusu arasında bir kargaşa yaratmak oldu (Tehzîbü’t-tehzîb, II, 299). Hz. Hasan’ın ordusu içinde bir kaç kişi şöyle bağırmaya başladı: “Haberiniz olsun, Kays b. Sa’d öldürüldü!” Diğer bir kaynağa göre ise, bu münâdîler Kays’ın Muaviye ile sulh yaptığını ve onun tarafına geçtiğini, hatta Hz. Hasan’ın bile Muaviye’ye sulh yapma teklifinde bulunduğunu ve Muaviye’nin bu teklifi kabul ettiğini söylüyorlardı. Böylece ordu içinde dedi kodu çıkarıyorlardı (Ya’kubî, s. 214-215). Hz. Hasan’ın ordusu içinde kargaşa başladı, büyük bir panik çıktı. Derken bu panik yağmalamaya dönüştü. Askerler her şeyi yağmalamaya başladı. Hatta Hz. Hasan’ın ordugah çadırını, altındaki sergisine varıncaya kadar yağmaladılar. Bu yağmalama her tarafa yayıldı. Sözü edilen bu yağmalamadan sonra da ordu dağılıp gitti (el-İsabe, I. 327-328; Taberî, V.158-159).
Hz. Hasan içinde bulunduğu durumu gözden geçirdi. Güvenemeyeceği bir ordu ve güçlü bir düşmanla karşı karşıya olduğunu anladı. Ayrıca mizaç olarak fitne ve kan dökmekten de nefret eden birisi olduğu için, gerek kendi şahsı, gerekse İslâm ümmetinin selameti için hilafeti Muaviye’ye bırakarak, bu işten feragat etmekten başka bir çare bulamadı. Anlaşma yollarını araştırmaya ve her iki tarafın da razı olacağı çözümler aramaya başladı. Amr b. Seleme el-Erhâbî’yi çağırarak, anlaşma teklifini içeren bir mektupla Muaviye’ye gönderdi (el-İsâbe, I, 327-330). Muaviye aldığı ve beklediği bu teklifi derhal kabul etti. Hz. Hasan’a elçi olarak Abdullah b. Âmir el-Küreyz ve Abdurrahman b. Semure’yi gönderdi. Bu iki elçi Medâin’e geldiler ve Hz. Hasan’a, ne isterse hepsinin kendisine verileceğini bildirmekle kalmayıp, kendilerini kefil göstererek, bu anlaşmayı teahhüt edeceklerini de ona söylediler
Bu sırada Hz. Hüseyn durumdan haberdar oldu ve anlaşma teklifine karşı çıktı. Muaviye’nin haklılığını tasdik, Hz. Ali’nin davasını yalanlamış olacağı gerekçesi ile ağabeysi Hz. Hasan’a, bu anlaşmayı yapmaması gerektiğini söyledi. Hz. Hasan onu susturarak, yönetim işini kendisinin ondan daha iyi bildiğini iddia ederek, anlaşma yapmakta ısrar etti (Taberî, V. 160).
Nihayet Muaviye’nin elçileri Hz. Hasan ile anlaştılar. Anlaşmaya göre, şayet, Muaviye, Hz. Hasan’dan önce ölürse, Hz. Hasan halife olmak şartı ile, hilafeti Muaviye’ye bırakıyordu. Ayrıca Kûfe hazinesindeki beş milyon dirhem Hz. Hasan’ın olacaktı. Muaviye Hz. Ali ve taraftarlarına hutbede sövme adetine son verecekti (Tâberî, V, 158-159). Karşı taraf bu teklifleri kabul etti. Anlaşmayı yapan Muaviye’nin elçileri Hz. Hasan’ın yanından çıktıklarında “Rasûlullah’ın oğlu sayesinde kan dökülmesi önlendi, fitne sona erdi, sulh yapıldı” diyorlardı (Ya’kubî, II, 214-215). O sırada yaraları da ağırlaşan Hz. Hasan kalkıp, Iraklılara uzunca bir hutbe irat etti. Onlara dedesi Hz. Peygamber vasıtasıyla Yüce Allah’ın insanları hidayete erdirdiğini hatırlattı. Kendisi vasıtasıyla da kan dökülmesini önlediğini söyleyerek, Muaviye ile anlaşma yaptığını haber verdi. Muaviye’ye biat etmelerini de istedi (Ya’kubî, II, 215). Kendilerini babasını öldürmeleri, kendisine saldırıp malların yağmalamaları sebebiyle terkettiğini de ilan etti (Taberî, V. 158).
Yapılan anlaşma üzerine Muaviye Medin’ye geldi. Hz. Hasan’ı yanına alarak Kufe’ye girdi. Hz. Hasan kendi eli ile hicrî 41 yılının Rabîu’l-Evvel ayı sonlarında Kufe’yi Muaviye’ye teslim etti. Böylece Hz. Peygamber’in şu hadisi tecellî etmiş oldu:
“Hiç şüphe yok ki, bu oğlum bir şeyittir. Umulur ki, Allah onun sayesinde iki büyük mü’min grubunu barıştıracak” (Buhârî, Fiten,, 20, Sulh, 9; Ebu Davud, Sünne, 12) Hz. Hasan ile Hz. Muaviye arasındaki bu anlaşmaya şahit olan İmam Şa’bi hadiseyi şöyle anlatır: “Muaviye dedi ki, Kalk da, hilafeti bana bıraktığını ve teslim ettiğini insanlara haber ver”. Hasan kalktı ve Allah’a hamd ve senâ’dan sonra söyledi: Akıllıların en akıllısı, muttaki olandır; ahmakların en ahmağı da fâcir olandır. Muaviye ile benim aramda anlaşmazlık konusu olan bu iş, ya benden daha layık birisinin hakkı idi; ya da benim hakkımdı. Ben ümmetin sulh içinde olması, birliğinin bozulmaması ve kan dökülmesine mani olunması için hilafeti ona bıraktım”. Arkasından “bilmem belki de o, sizi denemek ve bir süreye kadar yaşatmak (metâ) içindir” (el-Enbiya, 21 / I 11) âyetini okuyarak hutbesini bitirdi (Hılye, 11, 37).
Hz. Hasan’ın hilâfette ne kadar kaldığı kaynaklarda farklı farklı olmakla birlikte, 6 ay 5 gün olduğu konusundaki görüş en kuvvetlisidir (Ziriklî, II, 214-215).
Hz. Hasan hilâfeti Muaviye’ye bıraktıktan sonra, geri kalan on yıllık ömrünü Medine’de geçirmek üzere yola çıktı. Kufeliler onun şehirden ayrılışı sırasında ağlaşıyorlardı. Fakat o kendilerine hiç güvenilemeyeceğini söylemekten çekinmedi. Babası Hz. Ali’ye de yaptıklarını kendilerine hatırlatarak, akıbetlerinin hiç iç açıcı olmadığını belirterek hallerine acıdığını söyledi.
Medine’de on yıl yaşayan Hz. Hasan (Zehebî, a.g.e, III, 264) vefatı yaklaşınca Hz. Aişe’ye haber göndererek, Hz. Peygamber’in yanına defnedilmek istediğini söyledi. Hz. Aişe de bu isteği kabul etti. Bunun üzerine kardeşine şöyle vasıyyet etti. “Ben ölünce Hz. Aişe’den, Hz. Peygamber’in yanına gömülmem için izin iste. Ben ondan bu izni almıştım. Bana karşı çıkmadı. Belki de benden utandı. Şayet izin verirse, beni onun evine defnet. Ben yine de Ümeyyoğullarının seni bundan mahrum edeceklerini zannediyorum. Bunu yaparlarsa, onlarla uğraşma beni Bakî mezarlığına defnet”
Hz. Hasan kırk gün hasta yattı. 5 Rabîu’l-Evvel 50 (2 Nisan, 670) günü vefat etti (Sıfatü’s-Safve, I, 762). (Bazıları bu tarihin hicrî 49, 50, 51, hatta, 54. yılı olduğunu söylemişlerdir. (el-İsâbe, I, 330). Ölüm sebebi olarak zehirlendiği söylenir. Zehirleyenin de kendi hanımı Ca’de binti el-Eş’as b. Kays olduğu rivayet edilir. Hasta yatarken kardeşi kendisine kimin zehirlediğini sorduysa da, o buna cevap vermekten kaçındı. Hatta bu zehirlenmeden önce üç defa daha aynı girişimde bulunulduğunu, fakat onları atlatmayı başardığını söyler. Bu son içtiği zehirin başka olduğunu ve herhalde öleceğini ona açıklar (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, II, 15).
Vefat edince Hz. Hüseyin, Hz. Aişe’ye müracaat ederek, durumu anlattı. Hz. Aişe de Hz. Hasan’ın vasiyyetine “memnuniyetle kabul ederim, baş üstüne” dedi. (Ya’kubiye göre Hz. Aişe bu isteğe şiddetle karşı çıkmıştır (Ya’kubî, II. 225). Fakat bu iddiayı Ya’kubî’den başkası öne sürmemektedir. Bu durumdan Mervan ve Ümeyyeoğularının haberi olunca “vallahi, asla ve ebedî olarak Hz. Peygamber’in yanına gömülemez” dediler. Bu keyfiyet Hz. Hüseyin’e ulaştı. Hemen kendisi ve beraberindekiler silahlandılar. Hz. Ebu Hüreyre durumun vehâmetini anlayarak, önce, Hz. Hasan’ı buraya defnetmeyi engellemenin mutlak surette zulüm olacağını söyledi. Daha sonra da hiç olmazsa Hz. Hüseyin’e laf anlatırım düşüncesiyle ona geldi. Onu bu ısrarından vaz geçirmeye çalıştı. Kardeşinin vasiyetini hatırlatarak onun “şayet herhangi bir fitneden çekinirsen beni müslümanların mezarlığına defnet” dediğini hatırlattı. Hz. Hüseyin de fitneden çekinerek, kardeşini bir çok sahabînin defnedildiği el-Bakî’ mezarlığına defnetti.
Hz. Hasan’ın cenazesine Ümeyyeoğullarından, Medine valisi olan Saîd b. el-Ass’dan başka hiç kimse katılmadı. Hz. Hüseyin, cenaze namazını kıldırmayı valiye teklif etti. Vali de teklifi kabul etti ve cenaze namazım kıldırdı. Cenazesine çok sayıda kişi katıldı, hatta “iğne atsan yere düşmeyecek” kadar kalabalık vardı (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, II. 15). Hz. Hasan vefat ettiğinde 47 yaşında idi (Tehzîbü’t- Tehzîb, II, 301).
Hz. Hasan cömert ve kerîmdi. Fizik ve ahlâk olarak Hz. Peygamber’e çok benzerdi. Çok takva sahibi idi. Medine’den Mekke’ye yürüyerek 15 defa hac yaptığı meşhurdur.
Hayır yapmayı çok severdi. Öyle ki, mallarının tamamını iki defa fakirlere dağıttı; üç defa da Allah (c.c) ile “kasame” yaptı. Yani iki ayakkabısı varsa, birini tasadduk edip, birini kendisine bırakarak; herhangi bir yiyeceğinin bir avucunu dağıtıp, bir avucunu kendine ayıracak kadar adil davranarak, mallarını fakirlere dağıttığı kaynaklarda geçmektedir. Onun güzel ahlâka ve başkalarına ikram etmenin faziletine dair bir çok vecizesi vardır. Meselâ ona “mekârim-i ahlâk”ın ne olduğu sorulunca, o bunu şöyle özetler: Doğru söz, isteyene vermek, güzel ahlâk, sılaı rahim, komşu hakkında utanmak, arkadaş hakkına riayet, misafire ikram, ve nihayet bunların da başında haya’dır (Hılye, II, 37-38; Üsdü’l-Ğâbe, II. 13; Ya’kubî, II. 225 vd).
Hz. Hasan çok evlenip, boşanmasıyla de üne sahiptir. Hatta bir ara babası Hz. Ali, bu yüzden, onun evlendiği kadınların kabilelerinin kendi ailesine karşı düşman olacaklarından korkarak, Kufelilere açıkça oğluna kız vermemelerini söylemiş, oradan kalkan bir adam da, yemin ederek, onu evlendirmeye devam edeceklerini bildirmiş ve arkasından şöyle demiştir:
“Biz evlendiririz, o istediğini tutar, istediğini boşar” (Zehebî, a.g.e., III, 267).
Onun sekiz veya on iki oğlu vardı: 1- Hasen b Hasen (annesi Havli binti Manzûr el-Fezâriyye), 2- Zeyd (annesi Ümmü Beşîr binti Ebî Mes’ud el-Ensarî el-Hazrecî), 3- Ömer, 4- Kasım, 5- Ebu Bekr, 6- Abdurrahman (bunların da anneleri ümmü veled olup, hepsinin anneleri ayrıdır): 7-Talha, 8- Ubeydullah. (Ya’kubî, II, 228). Bir tane de kızı olduğuna dair rivayetler vardır (Zirikli, II, 215).
Hz. Peygamber’in soyu torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in çocukları vasıtasıyle devam etmiştir. Hz. Hüseyin’in soyundan gelenlere halk arasında “seyyid” Hz. Hasan’ın soyundan gelenlere de “şerîf” veya “emir” adı verilir.
Hz. Hüseyin ve Sehid Edilmesi
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in torunu ve Hz. Ali’nin ikinci oğlu Hz. Hüseyin, hicretin dördüncü yılı Şaban ayının beşinde, Hz. Fatıma’dan dünyaya gelmiştir. Peygamber Efendimiz, diğer iki torununda da olduğu gibi, Cebrail aleyhisselâmın kendisine getirdiği isim olan “Hüseyin”i torununun kulağına ezan okuyarak bizzat kendisi koymuştur.
Beden yapısı itibarıyle dedesi Hz. Muhammed’e çok benzeyen Hz. Hüseyin, huyca da ona benzemiş; halim, selim ve kerim ahlakıyla Muhammed ahlakının devamına vesile olmuştur. Din imamlarının başı, veliler silsilesinin ser tacı olan Hz. Hüseyin, Hz. Peygamber hayatta iken onun övgüsüne mazhar olmuş, kâmil bir insandır.
Torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e bakarak; “Hasan ve Hüseyin’i seven beni sevmiş, onlara kin tutan da bana kin tutmuş olur”[49] buyuran Hz. Peygamber, pak nesli ve Ehl-i Beyt’i olan bu müstesna insanlara ayrı bir önem vermiştir.
“Hasan ve Hüseyin Cennet ehlinin iki gencidir”[50] buyuran Allah Rasulü, rahmet ve şefkat misyonunu kendisinden sonra devam ettirecek olan torunlarını sevmiş ve başkaları tarafından da sevilmelerini istemiştir. “Hasan ve Hüseyin’i seven, beni sevmiş, onlara kin tutan da, bana kin tutmuş olur” buyuran Hz. Peygamber, onlara olan sevgi ile kendisine olan sevginin bir ve aynı olduğuna dikkatleri çekmiştir. Aynı şekilde onlara olan kin ve düşmanlık da Allah Rasulü’ne yapılmış gibidir. Bir başka hadisinde de Hz. Hüseyin’le ilgili olarak; “Hüseyin bendendir. Ben de Hüseyin’denim. Allah’ı seven Hüseyin’i sever”[51] buyurmuşlardır.
Kûfelilerin, kendisini yüzüstü bıraktığına şahit olan Hz. Hüseyin, makam mevki peşinde olmadığını şu sözlerle ifade etmektedir: “Başımıza gelen işi biliyor ve görüyorsunuzdur. Dünya değişmiş, sevimsizleşmiş, bizden yüz çevirmiştir. Dünya bitmiş, ondan kap içinde kalan artık gibi artıklardan başka bir şey kalmamıştır. Hayat, otlakta otlamak gibi değersizleşmiştir. Görmüyor musunuz? Hak işlenmez, batıl ise, son derece rağbet edilir, üzerine düşülür olmuştur! Bu durumda mü’min olan, Allah’a kavuşmaya rağbet eder. Bence, şehidlikten başka ölüm, değersizdir. Ben ancak şehidliği saadet görüyorum. Zalimlerle birlikte yaşamayı ise, suçlanmaktan başka bir şey görmüyorum!” Bu sözleriyle, başına geleceklerin farkında olduğunu anladığımız Hz. Hüseyin, yanındaki yetmiş iki kişi ile birlikte bir süre aç ve susuz bırakılmış ve daha sonra da savaşarak şehid olmuştur.
Hz. İmam Hüseyin’in (a.s.) Aşura gecesi ashabı ve yârânına yaptığı konuşmanın bir bölümü şöyledir: “Rabbimi, övgülerin en güzeliyle över, hamdların en iyisiyle hamd ederim O’na. Rahatlıkta da, sıkıntıda da hamd ederim O’na. Ya Rabbi! Bizi nübüvvetle şereflendirdiğin için şükürler olsun sana! Kur’an’la eğitip yetiştirdiğin, Kur’an’ı öğrettiğin, dininin fıkhına alim kıldığın; bize kulak, göz ve kalp lütfettiğin için hamd ederiz sana! Ya Rabbi! Bizi şükreden kullarından kıl! Ben kendi ashabım ve yârânımdan daha vefalı bir ashap ve kendi aile ve yakınlarımdan daha vefalı bir aile görmüş, duymuş değilim! Allah sizden razı olsun!”[52] “Allah’ım! Sen de biliyorsun ki bizim kıyamımız, saltanat hevesiyle veya dünya malına düşkünlüğümüz dolayısıyla değildir. Amacımız, senin dininin işaretlerini diriltip egemen kılmak, sana ait olan şu yeryüzünü ıslah edip her yerde huzur ve güvenliği sağlamak, zulme uğrayan kullarını zalimlerin şerrinden kurtarmak ve senin farzlarını, sünnetlerini ve emirlerini uygulamaktır.”[53] “Ölüm, sizi sıkıntı ve zorluklardan kurtarıp uçsuz bucaksız cennet ve oradaki ölümsüz nimetlere ulaştıran bir köprü konumundadır. Hapisten kurtulup da saraylarda yaşamak istemeyen kim var?! Ama sizin düşmanlarınız için durum böyle değil tabii. Onlar saraydan zindana geçer ve çetin azaplara uğrarlar.”[54] “Allah yolunda şehid olmayı
saadet, zalimlerle birlikte yaşamayı ise pek acı bir zillet bilirim ben.”[55] “Biliniz ki iyi amel, övgü ve ödüle layıktır. İyi amelin gerçek yüzünü görebilseydiniz, onu, bakışları insana neşe ve ferahlık veren güzel yüzlü biri olarak görürdünüz. Eğer kötü ameli gereğince zihninizde canlandırabilmeniz mümkün olsaydı, insanda nefret ve tiksinti uyandıran tahammül edilemez derecede çirkin birini görürdünüz.”[56]“Özür dileyeceğin bir şeyi yapma; zira mümin kötü bir şey yapmaz ve bu nedenle de özür dedilemez; ama münafık her gün kötülük eder ve bu kötülüğü için özür diler.”[57] İmam Hüseyin (a.s.) oğlu Ali’ye (a.s.) şöyle buyurdular: “Oğlum! Allah’tan başka yardımcısı olmayan birine zulmetmekten sakın!” (Tuhef’ul-Ukul, s. 251)“Kim bir müminin sıkıntısını giderirse, Allah Teala, ondan dünya ve ahiretin sıkıntılarını giderir. Allah, iyilik edene iyilik eder; Allah iyilik edenleri sever.” (Keşf’ül-Gumme, c. 2, s. 242)“İnsanların size ihtiyaç duyması, Allah’ın size verdiği nimetlerden biridir; o halde size verilen nimetlerin kadrini bilin ve size gelen ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacını giderin ki nimetinizi azaba dönüştürmüş olmayasınız.” (Keşf’ül-Gumme, c. 2, s. 244)Adamın biri; “Layık olmayan birine yapılacak yardım ve bağış boşa gider.” deyince, orada bulunan Hz. İmam Hüseyin (a.s.); “Öyle değildir.” buyurdular ve “ihsan dediğin, sağanak yağmur gibi yağmalı, iyiler de kötüler de, ondan faydalanabilmelidir.” (Tuhef’ul-Ukul, s. 250)“Ey insanlar! Bağış ve ihsanda bulunan, onur ve saygınlık kazanır; cimrilik eden, kendisini aşağılık hale getirir. İnsanların en cömerdi, hiçbir karşılık beklemeden verip bağışta bulunandır. Affı en yüce insan, güçlü ve üstün olduğu zaman affedebilen insandır. En fazla sıla-i rahimde bulunan (yakınlarına uğrayıp hallerini soran) kimse, onunla ilişkisini kesenlere uğrayıp hallerini soran kimsedir.” (Keşf’ül-Gumme, c. 2, s. 242)“Ceddim Resulullah’ın (s.a.a.) şöyle buyurduğuna şahit oldum: ‘İki kişi arasında anlaşmazlık ve küskünlük doğar da biri diğerinden önce davranıp ötekinin gönlünü alırsa, cennete doğru yarışta öne geçmiş demektir.” (el-Fusul’ül-Mühimme, s. 186)
El-Hasan b. AIi b. Ebî Talib el-Hâşımî el-Kuraşî, Hz. Peygamber’in en çok sevdiği torunlarından ve O’nun “Reyhânesi”, Hz. Ali’nin, Hz. Fatıma’dan doğan büyük oğlu. Hulefâ-i Raşidîn’in beşincisi kabul edilir. İmamiyye’ye göre ise 12 imamın ikincisidir.
Üçüncü hicrî yılı, Ramazan ayının ortalarında Medine’de doğdu. Şaban ayından; 4. veya 5. hicrî senesinde doğduğuna dair rivâyetler varsa da, en doğru görüş, 3. hicrî senede doğduğuna dair rivayettir. Hz. Hasan doğduğunda, Hz. Peygamber bir torununun olduğunu duyunca hemen Hz. Ali’nin evine giderek “oğlumu bana getirin’ Adını ne koydunuz?’ diye sordu. “Harb” ismini koyduklarını duyunca, bu ismi beğenmedi. Çocuğa isim olarak, câhiliye döneminde bilinmeyen “Hasan” ismini koydu. Künye olarak da, “Ebû Muhammed” adını verdi. Arkasından da kulağına ezan okudu. Rasûlullah Hz. Hasan yedi günlük olunca akîka kurbanı kesilmesini ve saçlarının kesilerek, ağırlığınca gümüş tasadduk edilmesini emretti.
Hz. Hasan, Hz. Peygamber’in terbiyesinde yetişti. Sahih hadis kitapları dahil bir çok İslâmî literatürde, Hz. Peygamber’in torunu ile ne kadar ilgilendiğini ve onu ne kadar çok sevdiğini ifade eden rivayetler bu gerçeği göstermektedir. Onunla her an ilgilendiğini, hemen hemen yanından hiç ayırmadığını; bilhassa namazlarda bile torununun gelip üzerine çıktığından dolayı, Hz. Peygamber’in sırf onu incitmemek için secdesini uzattığını ifade eden hadisler, ilahî vahye mazhar dede ile, onun “reyhanesi” arasındaki sevgiyi anlatmaktadırlar ve Hz. Peygamber ses çıkarmazdı. Bazen secde ederken üzerine bindiğinde, onu yavaşça sırtından indirirdi. Hatta bir defasında Hz. Peygamber hutbe okurken Hz. Hasan ile kardeşi Hz. Hüseyin üzerlerindeki uzun ve kırmızı elbiseleri ile düşe kalka yürüdüklerini görünce, hutbesine ara verip, minberden inerek, torunlarını kucağına aldığı ve önüne oturttuğu, daha sonra da ” “Allah Teâla” “Mallarınız ve evlatlarınız sizin için birer imtihan vesilesidir” derken doğru söylemiştir. Şu ikisini bu şekilde görünce sabredemedim” diyerek hutbesine devam ettiği kaynak hadis kitaplarında anlatılmaktadır.
Hz. Peygamber zaman zaman her iki torununu da sırtına alıp namaza geldiğine, Hz. Hasan’ı omzuna alarak dışarıda gezdirdiğine dair bir çok hadis şunu gösteriyor ki, Hz. Peygamber her iki torunuyla devamlı ilgilenmişler, her türlü ihtiyaçlarını gidermeye çalışmışlardır. Kızı Hz. Fatıma’yı ziyarete gittiklerinde, torunu Hasan uyku arasında su istediği zaman bizzat kendileri kalkıp su getirerek, hem ona, hem de kardeşine içirmeleri vb. hareketleri dede şefkati ve merhametinin fiili işaretleridir. Yine Hz. Peygamber’in bu iki torununu çok sevdiği ve “Allah’ım ben bu ikisini seviyorum, sen de sev” diye dua etmeleri bu sevgi ve ilginin dil ile ifadesini göstermiştir.
Öbür taraftan Hz. Peygamber torunlarını öper ve her iki torununun cennet ehli gençlerinin efendileri olduğunu da söylerdi, hatta onları sevenleri Allah’ın sevmesini dilediği duaları da rivayetler arasında yer almıştır.
Hz. Hasan fizik olarak dedesi Hz. Peygamber’e çok benzerdi. Öyle ki, bir defasında Hz. Ebu Bekr ikindi namazından çıktıktan sonra, Hz. Ali ile beraber yürürken, çocuklarla oynayan Hz. Hasan’ı görürler. Hz. Ebu Bekr onu omuzuna alır ve “Nebiye benzeyen, Ali’ye benzemeyen, sana babam feda olsun!” diye bir mısra söyler . Hz. Ali bu hâdise ve sözler karşısında gülümser.
Hz. Hasan, Hz. Peygamber’in âhirete göçtüğü sıralarda sekiz yaşlarında idi. Henüz çok küçük olduğu için, Hz. Peygamber’den doğrudan doğruya rivayet ettiği hadislerin sayısı oldukça azdır. Bunlardan biri Ebu’l Havrâ’nın rivayet ettiği şu hadistir: “Hz. Hasan’a, Hz. Peygamber’den duyduğun hangi hadisi hatırlıyorsun? diye sordum. O da şunu anlattı: “Şu hadiseyi hatırlıyorum: Zekat hurmalarından bir hurma alıp, ağzıma atmıştım. Hz. Peygamber o hurmayı ağzımdan salya ile çıkardı. Oradakiler “ya Rasûlallah, bu çocuğun ağzına attığı tek bir hurmayı, niçin geri çıkardın?” dediler. O da “biz Âl-i Muhammed’e sadaka (zekat) helâl değildir” buyurdu. Hatırladığım diğer bir hadis de “Seni ilgilendirmeyen şeyleri bırak, ilgilendiren şeylere bak…” hadisidir. Yine Dedem Hz. Peygamber bana şu duayı da öğretmişti: “Ey Allah’ım! beni hidayete erdirdiğin kimselerden eyle, âfiyet verdiğin kişilerden eyle, dost edindiğin kullarının arasına kat! Verdiğin şeyleri benim hakkımda mübarek kıl ve hüküm verdiğin (takdir ettiğin) şeyleri şerrinden de koru. Senin dost edindiğin bir kişi asla zelil olmaz”.
Buna mukabil Hz. Hasan’ın bu hadislerin dışında başta babası Hz. Ali olmak üzere bir çok sahabîden rivayet ettiği hadisleri vardır.
Gerek tabakat kitapları, gerekse hadis kitapları, Hz. Hasan’ın çocukluğuna dair yukardaki rivayetlere bolca yer verdikleri halde, Hz. Ali’nin şehid edilmesiyle onun halife seçilmesine kadar olan hayatı hakkında pek fazla bilgi vermemektedirler. Bilinen bir kaç husustan birisi, Hz. Ömer divan teşkilatını kurduğu sırada, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn’i babalarının “farizasına” katarak, her birine beş bin dirhem hisse ayırdığına dair haberdir. Bir diğer hadise de Hz. Osman’a baş kaldıranlara karşı, halifeyi savunmak için Hz. Osman’ın yanında ona yardım etmek için kalan şahısların arasında Hz. Hasan’ın isminin de yer aldığına dair haberlerdir.
Hz. Hasan’ın tarihî bir şahsiyet olarak ortaya çıkması, babası Hz. Ali’nin şehid edilmesini müteâkiben, Kufelilerin kendisine beyat ederek halife seçmeleriyle başlar (h. 40/660).
Hz. Hâsan beyattan sonra “el-Mescidü’l-Camiye” çıkıp, uzunca bir hutbe okudu. Sonra babasının katili Abdurrahman b. Mülcem’i getirtti. İfadesini aldıktan sonra ölümle cezalandırdı.
Iraklılar derhal, babasının öldürülmesini, seçtikleri halifeye hatırlatarak, Şam’da hüküm süren Muaviye b. Ebî Süfyan ile savaşması için, onu Şam üzerine yürümeye teşvik ettiler. Hz. Hasan da onların sözlerine kanarak bir ordu hazırladı ve savaşmak üzere yola çıktı. Hz. Hasan bu sıralarda 37 yaşlarında idi. O topladığı on iki bin kişilik ordusuyla Medâin’e kadar geldi. Ordu komutanı olarak kendisine ilk bey’at eden Kays b. Sa’d’ı atadı. Diğer bir rivayete göre Ubeydullah b. Abbas’ı komutan yapıp, Kays’ı da ona yardımcı atayarak, Kays’a komutanın her türlü emrine itaat etmesini emretti.
Muaviye derhal durumun kritiğini yaparak, akıbetin lehine olması için çeşitli çarelere baş vurmaya başladı. Elindeki en büyük koz, hasmının tecrübesizliği ve şiddetten hoşlanmayan, fitneden adeta korkan ve müslümanlara karşı derin sevgi besleyen, onlardan birinin bile kanının dökülmesine razı olamayacak kadar yumuşak bir kalbe sahip şahsiyette olmasıdır. Onun için ilk işi, Hz. Hasan’ın, Kays b. Sa’d komutasındaki ordusu arasında bir kargaşa yaratmak oldu (Tehzîbü’t-tehzîb, II, 299). Hz. Hasan’ın ordusu içinde bir kaç kişi şöyle bağırmaya başladı: “Haberiniz olsun, Kays b. Sa’d öldürüldü!” Diğer bir kaynağa göre ise, bu münâdîler Kays’ın Muaviye ile sulh yaptığını ve onun tarafına geçtiğini, hatta Hz. Hasan’ın bile Muaviye’ye sulh yapma teklifinde bulunduğunu ve Muaviye’nin bu teklifi kabul ettiğini söylüyorlardı. Böylece ordu içinde dedi kodu çıkarıyorlardı (Ya’kubî, s. 214-215). Hz. Hasan’ın ordusu içinde kargaşa başladı, büyük bir panik çıktı. Derken bu panik yağmalamaya dönüştü. Askerler her şeyi yağmalamaya başladı. Hatta Hz. Hasan’ın ordugah çadırını, altındaki sergisine varıncaya kadar yağmaladılar. Bu yağmalama her tarafa yayıldı. Sözü edilen bu yağmalamadan sonra da ordu dağılıp gitti (el-İsabe, I. 327-328; Taberî, V.158-159).
Hz. Hasan içinde bulunduğu durumu gözden geçirdi. Güvenemeyeceği bir ordu ve güçlü bir düşmanla karşı karşıya olduğunu anladı. Ayrıca mizaç olarak fitne ve kan dökmekten de nefret eden birisi olduğu için, gerek kendi şahsı, gerekse İslâm ümmetinin selameti için hilafeti Muaviye’ye bırakarak, bu işten feragat etmekten başka bir çare bulamadı. Anlaşma yollarını araştırmaya ve her iki tarafın da razı olacağı çözümler aramaya başladı. Amr b. Seleme el-Erhâbî’yi çağırarak, anlaşma teklifini içeren bir mektupla Muaviye’ye gönderdi (el-İsâbe, I, 327-330). Muaviye aldığı ve beklediği bu teklifi derhal kabul etti. Hz. Hasan’a elçi olarak Abdullah b. Âmir el-Küreyz ve Abdurrahman b. Semure’yi gönderdi. Bu iki elçi Medâin’e geldiler ve Hz. Hasan’a, ne isterse hepsinin kendisine verileceğini bildirmekle kalmayıp, kendilerini kefil göstererek, bu anlaşmayı teahhüt edeceklerini de ona söylediler
Bu sırada Hz. Hüseyn durumdan haberdar oldu ve anlaşma teklifine karşı çıktı. Muaviye’nin haklılığını tasdik, Hz. Ali’nin davasını yalanlamış olacağı gerekçesi ile ağabeysi Hz. Hasan’a, bu anlaşmayı yapmaması gerektiğini söyledi. Hz. Hasan onu susturarak, yönetim işini kendisinin ondan daha iyi bildiğini iddia ederek, anlaşma yapmakta ısrar etti (Taberî, V. 160).
Nihayet Muaviye’nin elçileri Hz. Hasan ile anlaştılar. Anlaşmaya göre, şayet, Muaviye, Hz. Hasan’dan önce ölürse, Hz. Hasan halife olmak şartı ile, hilafeti Muaviye’ye bırakıyordu. Ayrıca Kûfe hazinesindeki beş milyon dirhem Hz. Hasan’ın olacaktı. Muaviye Hz. Ali ve taraftarlarına hutbede sövme adetine son verecekti (Tâberî, V, 158-159). Karşı taraf bu teklifleri kabul etti. Anlaşmayı yapan Muaviye’nin elçileri Hz. Hasan’ın yanından çıktıklarında “Rasûlullah’ın oğlu sayesinde kan dökülmesi önlendi, fitne sona erdi, sulh yapıldı” diyorlardı (Ya’kubî, II, 214-215). O sırada yaraları da ağırlaşan Hz. Hasan kalkıp, Iraklılara uzunca bir hutbe irat etti. Onlara dedesi Hz. Peygamber vasıtasıyla Yüce Allah’ın insanları hidayete erdirdiğini hatırlattı. Kendisi vasıtasıyla da kan dökülmesini önlediğini söyleyerek, Muaviye ile anlaşma yaptığını haber verdi. Muaviye’ye biat etmelerini de istedi (Ya’kubî, II, 215). Kendilerini babasını öldürmeleri, kendisine saldırıp malların yağmalamaları sebebiyle terkettiğini de ilan etti (Taberî, V. 158).
Yapılan anlaşma üzerine Muaviye Medin’ye geldi. Hz. Hasan’ı yanına alarak Kufe’ye girdi. Hz. Hasan kendi eli ile hicrî 41 yılının Rabîu’l-Evvel ayı sonlarında Kufe’yi Muaviye’ye teslim etti. Böylece Hz. Peygamber’in şu hadisi tecellî etmiş oldu:
“Hiç şüphe yok ki, bu oğlum bir şeyittir. Umulur ki, Allah onun sayesinde iki büyük mü’min grubunu barıştıracak” (Buhârî, Fiten,, 20, Sulh, 9; Ebu Davud, Sünne, 12) Hz. Hasan ile Hz. Muaviye arasındaki bu anlaşmaya şahit olan İmam Şa’bi hadiseyi şöyle anlatır: “Muaviye dedi ki, Kalk da, hilafeti bana bıraktığını ve teslim ettiğini insanlara haber ver”. Hasan kalktı ve Allah’a hamd ve senâ’dan sonra söyledi: Akıllıların en akıllısı, muttaki olandır; ahmakların en ahmağı da fâcir olandır. Muaviye ile benim aramda anlaşmazlık konusu olan bu iş, ya benden daha layık birisinin hakkı idi; ya da benim hakkımdı. Ben ümmetin sulh içinde olması, birliğinin bozulmaması ve kan dökülmesine mani olunması için hilafeti ona bıraktım”. Arkasından “bilmem belki de o, sizi denemek ve bir süreye kadar yaşatmak (metâ) içindir” (el-Enbiya, 21 / I 11) âyetini okuyarak hutbesini bitirdi (Hılye, 11, 37).
Hz. Hasan’ın hilâfette ne kadar kaldığı kaynaklarda farklı farklı olmakla birlikte, 6 ay 5 gün olduğu konusundaki görüş en kuvvetlisidir (Ziriklî, II, 214-215).
Hz. Hasan hilâfeti Muaviye’ye bıraktıktan sonra, geri kalan on yıllık ömrünü Medine’de geçirmek üzere yola çıktı. Kufeliler onun şehirden ayrılışı sırasında ağlaşıyorlardı. Fakat o kendilerine hiç güvenilemeyeceğini söylemekten çekinmedi. Babası Hz. Ali’ye de yaptıklarını kendilerine hatırlatarak, akıbetlerinin hiç iç açıcı olmadığını belirterek hallerine acıdığını söyledi.
Medine’de on yıl yaşayan Hz. Hasan (Zehebî, a.g.e, III, 264) vefatı yaklaşınca Hz. Aişe’ye haber göndererek, Hz. Peygamber’in yanına defnedilmek istediğini söyledi. Hz. Aişe de bu isteği kabul etti. Bunun üzerine kardeşine şöyle vasıyyet etti. “Ben ölünce Hz. Aişe’den, Hz. Peygamber’in yanına gömülmem için izin iste. Ben ondan bu izni almıştım. Bana karşı çıkmadı. Belki de benden utandı. Şayet izin verirse, beni onun evine defnet. Ben yine de Ümeyyoğullarının seni bundan mahrum edeceklerini zannediyorum. Bunu yaparlarsa, onlarla uğraşma beni Bakî mezarlığına defnet”
Hz. Hasan kırk gün hasta yattı. 5 Rabîu’l-Evvel 50 (2 Nisan, 670) günü vefat etti (Sıfatü’s-Safve, I, 762). (Bazıları bu tarihin hicrî 49, 50, 51, hatta, 54. yılı olduğunu söylemişlerdir. (el-İsâbe, I, 330). Ölüm sebebi olarak zehirlendiği söylenir. Zehirleyenin de kendi hanımı Ca’de binti el-Eş’as b. Kays olduğu rivayet edilir. Hasta yatarken kardeşi kendisine kimin zehirlediğini sorduysa da, o buna cevap vermekten kaçındı. Hatta bu zehirlenmeden önce üç defa daha aynı girişimde bulunulduğunu, fakat onları atlatmayı başardığını söyler. Bu son içtiği zehirin başka olduğunu ve herhalde öleceğini ona açıklar (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, II, 15).
Vefat edince Hz. Hüseyin, Hz. Aişe’ye müracaat ederek, durumu anlattı. Hz. Aişe de Hz. Hasan’ın vasiyyetine “memnuniyetle kabul ederim, baş üstüne” dedi. (Ya’kubiye göre Hz. Aişe bu isteğe şiddetle karşı çıkmıştır (Ya’kubî, II. 225). Fakat bu iddiayı Ya’kubî’den başkası öne sürmemektedir. Bu durumdan Mervan ve Ümeyyeoğularının haberi olunca “vallahi, asla ve ebedî olarak Hz. Peygamber’in yanına gömülemez” dediler. Bu keyfiyet Hz. Hüseyin’e ulaştı. Hemen kendisi ve beraberindekiler silahlandılar. Hz. Ebu Hüreyre durumun vehâmetini anlayarak, önce, Hz. Hasan’ı buraya defnetmeyi engellemenin mutlak surette zulüm olacağını söyledi. Daha sonra da hiç olmazsa Hz. Hüseyin’e laf anlatırım düşüncesiyle ona geldi. Onu bu ısrarından vaz geçirmeye çalıştı. Kardeşinin vasiyetini hatırlatarak onun “şayet herhangi bir fitneden çekinirsen beni müslümanların mezarlığına defnet” dediğini hatırlattı. Hz. Hüseyin de fitneden çekinerek, kardeşini bir çok sahabînin defnedildiği el-Bakî’ mezarlığına defnetti.
Hz. Hasan’ın cenazesine Ümeyyeoğullarından, Medine valisi olan Saîd b. el-Ass’dan başka hiç kimse katılmadı. Hz. Hüseyin, cenaze namazını kıldırmayı valiye teklif etti. Vali de teklifi kabul etti ve cenaze namazım kıldırdı. Cenazesine çok sayıda kişi katıldı, hatta “iğne atsan yere düşmeyecek” kadar kalabalık vardı (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, II. 15). Hz. Hasan vefat ettiğinde 47 yaşında idi (Tehzîbü’t- Tehzîb, II, 301).
Hz. Hasan cömert ve kerîmdi. Fizik ve ahlâk olarak Hz. Peygamber’e çok benzerdi. Çok takva sahibi idi. Medine’den Mekke’ye yürüyerek 15 defa hac yaptığı meşhurdur.
Hayır yapmayı çok severdi. Öyle ki, mallarının tamamını iki defa fakirlere dağıttı; üç defa da Allah (c.c) ile “kasame” yaptı. Yani iki ayakkabısı varsa, birini tasadduk edip, birini kendisine bırakarak; herhangi bir yiyeceğinin bir avucunu dağıtıp, bir avucunu kendine ayıracak kadar adil davranarak, mallarını fakirlere dağıttığı kaynaklarda geçmektedir. Onun güzel ahlâka ve başkalarına ikram etmenin faziletine dair bir çok vecizesi vardır. Meselâ ona “mekârim-i ahlâk”ın ne olduğu sorulunca, o bunu şöyle özetler: Doğru söz, isteyene vermek, güzel ahlâk, sılaı rahim, komşu hakkında utanmak, arkadaş hakkına riayet, misafire ikram, ve nihayet bunların da başında haya’dır (Hılye, II, 37-38; Üsdü’l-Ğâbe, II. 13; Ya’kubî, II. 225 vd).
Hz. Hasan çok evlenip, boşanmasıyla de üne sahiptir. Hatta bir ara babası Hz. Ali, bu yüzden, onun evlendiği kadınların kabilelerinin kendi ailesine karşı düşman olacaklarından korkarak, Kufelilere açıkça oğluna kız vermemelerini söylemiş, oradan kalkan bir adam da, yemin ederek, onu evlendirmeye devam edeceklerini bildirmiş ve arkasından şöyle demiştir:
“Biz evlendiririz, o istediğini tutar, istediğini boşar” (Zehebî, a.g.e., III, 267).
Onun sekiz veya on iki oğlu vardı: 1- Hasen b Hasen (annesi Havli binti Manzûr el-Fezâriyye), 2- Zeyd (annesi Ümmü Beşîr binti Ebî Mes’ud el-Ensarî el-Hazrecî), 3- Ömer, 4- Kasım, 5- Ebu Bekr, 6- Abdurrahman (bunların da anneleri ümmü veled olup, hepsinin anneleri ayrıdır): 7-Talha, 8- Ubeydullah. (Ya’kubî, II, 228). Bir tane de kızı olduğuna dair rivayetler vardır (Zirikli, II, 215).
Hz. Peygamber’in soyu torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in çocukları vasıtasıyle devam etmiştir. Hz. Hüseyin’in soyundan gelenlere halk arasında “seyyid” Hz. Hasan’ın soyundan gelenlere de “şerîf” veya “emir” adı verilir.
Hz. Hüseyin ve Sehid Edilmesi
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in torunu ve Hz. Ali’nin ikinci oğlu Hz. Hüseyin, hicretin dördüncü yılı Şaban ayının beşinde, Hz. Fatıma’dan dünyaya gelmiştir. Peygamber Efendimiz, diğer iki torununda da olduğu gibi, Cebrail aleyhisselâmın kendisine getirdiği isim olan “Hüseyin”i torununun kulağına ezan okuyarak bizzat kendisi koymuştur.
Beden yapısı itibarıyle dedesi Hz. Muhammed’e çok benzeyen Hz. Hüseyin, huyca da ona benzemiş; halim, selim ve kerim ahlakıyla Muhammed ahlakının devamına vesile olmuştur. Din imamlarının başı, veliler silsilesinin ser tacı olan Hz. Hüseyin, Hz. Peygamber hayatta iken onun övgüsüne mazhar olmuş, kâmil bir insandır.
Torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e bakarak; “Hasan ve Hüseyin’i seven beni sevmiş, onlara kin tutan da bana kin tutmuş olur”[49] buyuran Hz. Peygamber, pak nesli ve Ehl-i Beyt’i olan bu müstesna insanlara ayrı bir önem vermiştir.
“Hasan ve Hüseyin Cennet ehlinin iki gencidir”[50] buyuran Allah Rasulü, rahmet ve şefkat misyonunu kendisinden sonra devam ettirecek olan torunlarını sevmiş ve başkaları tarafından da sevilmelerini istemiştir. “Hasan ve Hüseyin’i seven, beni sevmiş, onlara kin tutan da, bana kin tutmuş olur” buyuran Hz. Peygamber, onlara olan sevgi ile kendisine olan sevginin bir ve aynı olduğuna dikkatleri çekmiştir. Aynı şekilde onlara olan kin ve düşmanlık da Allah Rasulü’ne yapılmış gibidir. Bir başka hadisinde de Hz. Hüseyin’le ilgili olarak; “Hüseyin bendendir. Ben de Hüseyin’denim. Allah’ı seven Hüseyin’i sever”[51] buyurmuşlardır.
Kûfelilerin, kendisini yüzüstü bıraktığına şahit olan Hz. Hüseyin, makam mevki peşinde olmadığını şu sözlerle ifade etmektedir: “Başımıza gelen işi biliyor ve görüyorsunuzdur. Dünya değişmiş, sevimsizleşmiş, bizden yüz çevirmiştir. Dünya bitmiş, ondan kap içinde kalan artık gibi artıklardan başka bir şey kalmamıştır. Hayat, otlakta otlamak gibi değersizleşmiştir. Görmüyor musunuz? Hak işlenmez, batıl ise, son derece rağbet edilir, üzerine düşülür olmuştur! Bu durumda mü’min olan, Allah’a kavuşmaya rağbet eder. Bence, şehidlikten başka ölüm, değersizdir. Ben ancak şehidliği saadet görüyorum. Zalimlerle birlikte yaşamayı ise, suçlanmaktan başka bir şey görmüyorum!” Bu sözleriyle, başına geleceklerin farkında olduğunu anladığımız Hz. Hüseyin, yanındaki yetmiş iki kişi ile birlikte bir süre aç ve susuz bırakılmış ve daha sonra da savaşarak şehid olmuştur.
Hz. İmam Hüseyin’in (a.s.) Aşura gecesi ashabı ve yârânına yaptığı konuşmanın bir bölümü şöyledir: “Rabbimi, övgülerin en güzeliyle över, hamdların en iyisiyle hamd ederim O’na. Rahatlıkta da, sıkıntıda da hamd ederim O’na. Ya Rabbi! Bizi nübüvvetle şereflendirdiğin için şükürler olsun sana! Kur’an’la eğitip yetiştirdiğin, Kur’an’ı öğrettiğin, dininin fıkhına alim kıldığın; bize kulak, göz ve kalp lütfettiğin için hamd ederiz sana! Ya Rabbi! Bizi şükreden kullarından kıl! Ben kendi ashabım ve yârânımdan daha vefalı bir ashap ve kendi aile ve yakınlarımdan daha vefalı bir aile görmüş, duymuş değilim! Allah sizden razı olsun!”[52] “Allah’ım! Sen de biliyorsun ki bizim kıyamımız, saltanat hevesiyle veya dünya malına düşkünlüğümüz dolayısıyla değildir. Amacımız, senin dininin işaretlerini diriltip egemen kılmak, sana ait olan şu yeryüzünü ıslah edip her yerde huzur ve güvenliği sağlamak, zulme uğrayan kullarını zalimlerin şerrinden kurtarmak ve senin farzlarını, sünnetlerini ve emirlerini uygulamaktır.”[53] “Ölüm, sizi sıkıntı ve zorluklardan kurtarıp uçsuz bucaksız cennet ve oradaki ölümsüz nimetlere ulaştıran bir köprü konumundadır. Hapisten kurtulup da saraylarda yaşamak istemeyen kim var?! Ama sizin düşmanlarınız için durum böyle değil tabii. Onlar saraydan zindana geçer ve çetin azaplara uğrarlar.”[54] “Allah yolunda şehid olmayı
saadet, zalimlerle birlikte yaşamayı ise pek acı bir zillet bilirim ben.”[55] “Biliniz ki iyi amel, övgü ve ödüle layıktır. İyi amelin gerçek yüzünü görebilseydiniz, onu, bakışları insana neşe ve ferahlık veren güzel yüzlü biri olarak görürdünüz. Eğer kötü ameli gereğince zihninizde canlandırabilmeniz mümkün olsaydı, insanda nefret ve tiksinti uyandıran tahammül edilemez derecede çirkin birini görürdünüz.”[56]“Özür dileyeceğin bir şeyi yapma; zira mümin kötü bir şey yapmaz ve bu nedenle de özür dedilemez; ama münafık her gün kötülük eder ve bu kötülüğü için özür diler.”[57] İmam Hüseyin (a.s.) oğlu Ali’ye (a.s.) şöyle buyurdular: “Oğlum! Allah’tan başka yardımcısı olmayan birine zulmetmekten sakın!” (Tuhef’ul-Ukul, s. 251)“Kim bir müminin sıkıntısını giderirse, Allah Teala, ondan dünya ve ahiretin sıkıntılarını giderir. Allah, iyilik edene iyilik eder; Allah iyilik edenleri sever.” (Keşf’ül-Gumme, c. 2, s. 242)“İnsanların size ihtiyaç duyması, Allah’ın size verdiği nimetlerden biridir; o halde size verilen nimetlerin kadrini bilin ve size gelen ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacını giderin ki nimetinizi azaba dönüştürmüş olmayasınız.” (Keşf’ül-Gumme, c. 2, s. 244)Adamın biri; “Layık olmayan birine yapılacak yardım ve bağış boşa gider.” deyince, orada bulunan Hz. İmam Hüseyin (a.s.); “Öyle değildir.” buyurdular ve “ihsan dediğin, sağanak yağmur gibi yağmalı, iyiler de kötüler de, ondan faydalanabilmelidir.” (Tuhef’ul-Ukul, s. 250)“Ey insanlar! Bağış ve ihsanda bulunan, onur ve saygınlık kazanır; cimrilik eden, kendisini aşağılık hale getirir. İnsanların en cömerdi, hiçbir karşılık beklemeden verip bağışta bulunandır. Affı en yüce insan, güçlü ve üstün olduğu zaman affedebilen insandır. En fazla sıla-i rahimde bulunan (yakınlarına uğrayıp hallerini soran) kimse, onunla ilişkisini kesenlere uğrayıp hallerini soran kimsedir.” (Keşf’ül-Gumme, c. 2, s. 242)“Ceddim Resulullah’ın (s.a.a.) şöyle buyurduğuna şahit oldum: ‘İki kişi arasında anlaşmazlık ve küskünlük doğar da biri diğerinden önce davranıp ötekinin gönlünü alırsa, cennete doğru yarışta öne geçmiş demektir.” (el-Fusul’ül-Mühimme, s. 186)